Uluslararası sistem, son yirmi yılda küresel güç dengelerini yeniden şekillendiren derin yapısal dönüşümlere tanık olmuştur. Yüzyıllar boyunca küresel sistemin siyasi ve ekonomik ağırlık merkezini oluşturan Avrupa kıtası, günümüzde hızlanan bir stratejik gerileme süreciyle karşı karşıyadır. Bu durum; göreceli ekonomik daralma, demografik yaşlanma, Avrupa Birliği içindeki siyasi bölünmeler ve güvenlik ile askeri karar alma mekanizmalarındaki özerkliğin aşınması gibi iç içe geçmiş çok boyutlu krizlerin bir sonucudur.

Bu bağlamda, Donald Trump’ın başkanlık döneminde, geleneksel uluslararası ittifakları yeniden tanımlamaya dayanan ve geniş kapsamlı Batılı bloklar modelinden sınırlı sayıdaki büyük güçler modeline geçişi öngören bir Amerikan yaklaşımı ön plana çıkmıştır. Bu yaklaşım; Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’yı kapsayan gayri resmi bir koordinasyon formuna yönelmektedir. Bu ülkeler kolektif olarak askeri kapasite, nüfus ağırlığı, ekonomik etki ve uluslararası sistemin kurallarını yeniden şekillendirme yeteneği gibi kapsamlı güç unsurlarına sahiptir.

Bu eğilim, eskiden küresel ekonomi ve siyaseti yöneten temel çerçeve olan G7 (Gelişmiş Yedi Ülke) grubunun işlevsel öneminin azaldığını göstermektedir. Bunun yerine, ideolojik uyumdan ziyade realist güç dengeleri mantığına dayanan ve “G5” olarak tanımlanabilecek alternatif bir model yükselmektedir. Bu dönüşüm içerisinde Avrupa, stratejik eylem alanının dışında kalmış görünmektedir; öyle ki Avrupa, uluslararası karar alma sürecinde bir ortak olmaktan çıkıp, dönüşümleri etkilemekten ziyade onlardan etkilenen ikincil bir aktöre dönüşmüştür.

Sonuç olarak uluslararası sistem, geleneksel Batı hegemonyası sonrası bir aşamaya doğru evrilmektedir. Bu yeni dönem, eşitsiz çok kutupluluk ve bağımsız bir güç olarak Avrupa’nın rolünün gerilemesi ile karakterize edilirken; küresel liderlik kavramını ve uluslararası meşruiyet mekanizmalarını yeniden tanımlayan büyük güç bloklarının yükselişine sahne olmaktadır.