Abdulkerim Casim

Temmuz güneşinin kavurucu sıcağı altında, başkent Bağdat’a gidecek olan otobüse doğru yöneldim. İlk işim, yol boyunca manzarayı seyredip keyif almak için cam kenarındaki koltuğa oturmak oldu; ikinci işim ise başımın üzerindeki klimanın çalışıp çalışmadığını kontrol etmekti. Biraz serin hava içime sinsin istiyordum ama klima kapalıydı. Görünen o ki, otobüsün hareket saatini bekleyen yolcular da kavruluyordu. Hepsi ses çıkarmadan oturup sanki o merhametsiz şoförün kendilerine acımasını bekliyorlardı.

Sürücüye sordum:

“Abi, klimayı açabilir misin? Neredeyse sıcaktan bayılacağım.”

Başparmağını burnuna sokarak karıştıran şoför, beni görmezden gelerek sanki hiç duymamıştı. Sorumu bu kez daha yüksek sesle yineledim:

“Ya, lütfen klimayı açar mısın?”

Yamuk burnundan çıkardığı sümüğü iki parmağı arasında yuvarlayan şoför, bana dönüp sertçe dedi:

“Beni sağır mı zannediyorsun? Seni gayet iyi duydum. Bir daha bağırma. Hareket edince açarım.”

Sürücünün yüzü ürkütücüydü: Uzun bıyıklıydı, burnunu sanki bir kavgada yamultmuştu; bu yüzden sümüğü çıkarmakta neden zorlandığını anladım. Ondan ötürü tartışmak yerine susup sıcağın keyfini çıkarmaya karar verdim. Çünkü fazla üstüne gidersem beni otobüsten atabilir ve diğer otobüs en az üç saat sonra kalkacaktı.

Susmaya karar verdim ama ben sohbet etmeyi, fikir ve bilgi paylaşmayı seven biriyim; özellikle tarih konularını severim. Bu yüzden yanımdaki koltuğa oturacak ve yol boyunca benimle sohbet edecek birini beklemeye koyuldum.

İçimden “İnşallah yanıma oturacak kişi bilinçli ve kültürlü biri olur da yol boyunca konuşuruz,” dedim.

O sırada uzun boylu, yarısı beyaz yarısı siyah saçlı ve koyu siyah bıyıklı, orta yaşlı bir adamın otobüse bindiğini gördüm. Saçlarında beyazlar vardı fakat bıyıkları hâlâ simsiyahtı. Üzerinde gömlek ve kravat vardı; sol elinde, içinde bilgisayar olabileceğini düşündüğüm bir çanta taşıyordu. Yavaşça içeri girip boş koltuklara göz gezdirdi.

“Bu adam kültürlü görünüyor, keşke yanıma oturup yolda sohbet etsek,” diye düşündüm.

Gerçekten de öyle oldu. Adam yanımdaki boş koltuğa oturdu ve bana selam verdi; ben de sıcak bir şekilde karşılık verdim, tanışmak için ilk adımı attım.

Konu açacak bir şeyler ararken adam yüksek sesle bağırdı:

“Hey şoför, neden klimayı açmadın? Hava çok sıcak!”

Hâlâ parmağını burnuna uzatıp karıştırmaya devam eden şoför, benimle yaptığının aynısını yaparak adamı umursamadı. Adam ayağa kalktı ve daha da yüksek sesle, hiddetle bağırdı:

“Duyuyor musun, sağır mısın sen?”

Sürücü sümüğünü parmağıyla alıp dedi ki:

“Seni duydum, bir daha bağırma; yoksa seni arabadan atarım.”

Birden otobüsün içindeki yolcular, sanki uzun zamandır bu kahramanı bekliyormuşçasına ona dönerek ne diyeceğini beklediler.

Öfkelenen adam daha yüksek sesle cevap verdi:

“O zaman gel ve beni bu otobüsten indir bakalım!”

Tartışma alevlendi, neredeyse kavgaya dönüşüyordu. Adam şoförün yanına yürüdü; şoför ayağa kalktı ve birbirlerine hakaret etmeye başladılar.

Yolcuların bir kısmı olayı yatıştırmaya çalışırken, diğer bir grup ise şoföre bağırıyordu:

“Adam haklı, bizi resmen pişirdin; klimayı açsana!”

Bu hararetli tartışmanın ortasında sessiz kalmayı tercih ettim; “Başkalarının işine karışan, hoşlanmayacağı şeyi bulur” derim ama durum müdahale gerektiriyordu. Bu yüzden fikrimi değiştirip koltuk arkadaşımı destekledim. Kolundan tuttum ve:

“Otur dostum, sakın ha, fazla ileri gitme, biraz sabret,” dedim.

Oysa o sakin kalmak istemiyor,

“Kardeşim şu yaşlı kadına bak, şu iki çocuğa bak, sıcaktan ölüyorlar; ben nasıl susarım?”

diye yanıt verdi.

Onun bu çıkışı, bütün yolcuların fikrini değiştirdi; hep birlikte şoföre yüklenmeye başladılar:

“Vicdanın yok mu? Çocukları ve yaşlıları görmüyor musun?”

Bunun üzerine şoför sustu, yerine oturdu ve klimayı açtı. Yolcular hep bir ağızdan o adama dua etmeye başladılar; benim yanıma oturan bu adam artık otobüsün kahramanı olmuştu. Bu da beni onunla yol boyunca konuşmak için daha da heveslendirdi.

Ardından muhabbet başladı:

– Duruşun ve tepkin beni ve yolcuları çok etkiledi. Cesaretin hoşuma gitti; nerelisin?

– Ben Kerkük’tenim ve yirmi yılı aşkın süredir öğretmenlik yapıyorum.

– Ne güzel! Öğretmenlere büyük saygım var. Ben de Kerkük’tenim. Görünüşe bakılırsa sen de Türkmen’sin.

– Evet, öyleyim.

– Biliyor musun, biz Türkmenler Irak’ta asırlarca hüküm sürdük.

– Biz mi? Türkmenler mi?

– Evet, nasıl bilmezsin? Her Türkmen kendi tarihini bilmeli.

– Ben Türkmenlerin ya da Türklerin tarihini pek bilmiyorum.

– Biz aynı milletiz; gerek Türk, gerek Türkmen, gerek Azeri, gerekse Özbek fark etmez; aynı kökten, aynı soydan geliyoruz.

– Daha fazla açıklar mısın? Türkmenler Irak’ta ne zaman hüküm sürdü?

Gerçekten üzülmüştüm; orta yaşa gelmiş, öğretmen olup halkının geçmişinden bihaber birine rastlamak beni şaşırttı. Şakayla karışık cevap verdim:

– Biz Türkmenler, Kral Faysal’dan sonra Irak’ı yönetmiştik.

O bana büyük bir şaşkınlıkla baktı ve sordu:

– Affedersin, Kral Faysal kimdir?

Bu soru beni daha da çok şaşırttı; böyle bir adamın, hem de öğretmenin, ülkesinin tarihini bilmemesi büyük bir eksiklikti.

Adam bana dönerek tekrar sordu:

– Kardeşim, sana Kral Faysal’ı sordum; bilmiyorsan adını bir daha anma.

– Bilmez miyim? Ben tarih üzerine çok okudum.

Diyerek anlatmaya başladım:

“II. Faysal, Irak’ın son kralıdır; 1939’da tahta geçti, 14 Temmuz 1958 darbesinde öldürüldü. Bu darbeyle 37 yıllık monarşi sona erdi ve Irak Cumhuriyeti ilan edildi.”

Ardından hükümdarların tarihini ve Kral Faysal’ın nasıl öldürüldüğünü, bunun arkasındaki sebepleri anlattım; özellikle Abdülkerim Kasım’ın rolünü açıkladım. Yaklaşık yarım saat sonra beni böldü:

– Affedersin, ama Abdülkerim Casim kimdir?

Sorunca:

– Abdülkerim Casim değil, Abdülkerim Kasım, kardeşim,

diye düzelttim gülümseyerek. Bu soru beni hiç şaşırtmadı; hatta bir sonraki sorusunun “Saddam Hüseyin kimdir?” olmasını bekliyordum. Benim görevim insanları aydınlatmak olduğuna inandığım için Irak’ın kanlı ve darbelerle dolu tarihini anlatmaya koyuldum. Abdülkerim Kasım’ın hikayesini, 14 Temmuz darbesinin sebeplerini, sonrasındaki gelişmeleri anlattım. Abdüsselam Arif, Abdürrahman Arif, Ahmed Hasan el-Bekir... Neredeyse durmaksızın konuştum. O ise dinlerken yorulmuş görünüyordu. Nihayet bir uykuya daldı; tarihin ağırlığı onu uyuşturmuş gibiydi.

Biz, otobüs Bağdat çevresine yaklaşırken, kontrol noktasında durduk. Adam gözlerini açtı ve bana şöyle dedi:

– Görünüşe göre vardık; ama sohbetimiz çok keyifliydi, teşekkürler dostum.

Bu yalan iltifat beni mutlu etti, ama biraz da samimiyetsiz hissettim; çünkü o uykudan önce beni dinlememişti. Ona dedim:

“Ama sen uyudun; konuşmamı tamamlamadım. Hem Türkmen tarihinden bile söz etmedik.”

O gülümseyerek cevap verdi:

“Bence kader bizi bir başka otobüste yeniden bir araya getirirse, Türkmen tarihini de anlatırsın.”

Ben de:

“Elbette, aynı otobüsle Kerkük’ten Bağdat’a gelirsek ve aynı zamanda buluşursak,” dedim.

Gülümseyerek bana döndü:

– Neden olmasın? Allah’ın takdiri ne diyelim.

Adam ayağa kalktı, el sallayıp veda etti. Kapıya yönelirken sürücüye döndü ve sertçe şöyle dedi:

“Kardeş, bir daha yolcuları mağdur etme ve onları sıcakta bırakma; sen Abdulkerim Kasım değilsin ki insanları mağdur edip kralı öldüresin!”

Sonra bana döndü, gülümsedi, sanki benim anlattıklarımdan çok şey öğrendiğini ima edercesine otobüsten indi.

Sitemizde yer alan köşe yazıları, yazarın kendi düşüncesini yansıtmaktadır.